
Öziko
Yeni Bahar

Gözünüzle gördüğünüzde mi, kulağınızla işittiğinizde mi inanırsınız? Bazen ikisi de
işe yaramazken bazen sadece hissetmek bile yeterli olabiliyor. Ben önce hissetmişimdir, sonra
işitmişimdir, en sonunda da görmüşümdür. Çok ilginçtir ki hep görürüm. Bir şekilde karşıma
çıkar. Ailem dese inanmam, arkadaşlarım dese dinlemem, bütün dünya tek yürek olup üstüme
gelse ben yine de ufacık bir ihtimale sarılıp öylece beklerim. Ama ne yalan söyleyeyim falcı
söylerse biraz aklımı çelebilir. Herhâlde evren bana acıyacak olacak ki şu iki gram akıllı kıza
doğruyu gösterelim de yoluna baksın yazık, der gibi kıyak geçer. İlgisi var mı bilmem ama
annem de ‘’Ben seni zaten kurban bayramının ikinci günü doğurmuştum.’’ der. Ben de buna
saftirik şansı diyorum.
Hayat sen kaç yaşına gelirsen gel bir şeyler öğretmeye devam ediyor. Her ne kadar
devir değişti tabi Öziko da değişti desem de insanın mayası hiç değişmiyor. Hayattın yine
bana okkalı bir ders verdiği, sonra karşıma geçip kıs kıs gülerek ‘’Zaten ne bekliyordun ki?’’
dediği günlerden bir gün, bir yerin hiç olmayacak bir yerinde tesadüf eseri gezinirken karşıma
iki yol çıktı. Karşıma ne zaman yol ayrımı çıksa sanki kaderimi etkileyecek bir şeyi seçermiş
gibi durup iki yola da uzun uzun bakarım. Ta ki ‘’Yürüsene be kardeşim! Durdun yolun
ortasında. ’sesini duyana kadar. Ya bu etrafımdaki insanların hiç vakti yok durup ince şeyler
düşünmeye. Hay Allahım! Tamam be gidiyoruz, diyerekten dalıyorum soldaki dar yola. Sağa
sola boş boş bakarak ilerlerken yol kenarındaki bir masaya çarparak duruyorum. Kafamı
kaldırdığımda bir de ne göreyim? Altan! Senin ne işin var burada? O da aynı soruyu bana
soruyor. Ah, niye karşılaştık ki şimdi? Hani bakkala en paspal halinle, parmak arası
terliklerini sürte sürte gidersin de mahallenin en yakışıklı platonik aşkını görürsün ya işte öyle
bir an. Sırası mıydı bu halde karşılaşmanın? Neyse önemli olan o değildi. Ne kaybettiğini
anlamasıydı aslında. Yoksa bu işlerin güzellikle hiçbir ilgisi yok. Konuşuyoruz ama sanki bir
gariplik var bu işte. İçine içine konuşuyor gibi. Burnundan mı konuşuyorsun Altan? Noldu
sana hasta mısın? Kafamı hafifçe sağa doğru çevirdiğimde burun tıkanıklığının sebebi
yüzüme tokat gibi çarpıyor. Burnun kırılsın emi! Bir kız, bir kadın, bir bayan, bir woman…
Bilmem anlatabiliyor muyum? Dünyanın en medeni insanlarıymışız gibi bir de tanıştığımıza
memnun oluyoruz. Ayaküstü bir şeyler konuşuyoruz ama beynimden milyonlarca düşünce,
gözümün önünden yerli yersiz birkaç görüntü, içimden de hızlıca yumruk atıp kaçma isteği
geçiyor. Ben beddua sevmem ama inşallah yaşattığını yaşarsın, inşallah yapayalnız kalırsın,
bir de mutsuz olursun. Hep arayıp durursun ama hiç bulamazsın inşallah.
Sonunda ayrılıyorum yanından yalandan bir görüşürüz eşliğinde. Yol devam ediyor.
Kendi kendime ‘’Yolun sonunda ağla, şimdi değil, sakın!’’ diye telkin ediyorum. Bilirim ki o
yolun sonunda gözyaşım kaçar, hiç ağlayamam. Kendimi kandırmayı iyi biliyorum. Şekil a’da
örnekleriyle görüyoruz bunu zaten. Yolun sonuna geldiğimde ilk bulduğum kaldırıma
oturuyorum. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor sanki. Kafam bomboştu. Hiçbir şey
düşünemiyordum. Saate bakıyorum. Tam 10 dakika 52 saniyedir onu düşünmüyordum. İşte
böyle unutulursun. Ne sandın kendini bir yıldız gibi kayarsın gökyüzünden heyt be! Büyük
düşünür Sezen Aksu’nun dediği gibi ‘’Alırım başımı giderim efeler gibi hey!’’
Ben de gittim işte. O yolun sonuna kadar nasıl ilerlediysem o şekilde hep ileri doğru
gideceğime söz verdim. Hee giderken yolda gördüğüm arkadaşlarımla konuyu masaya yatırıp
birtakım hoş olmayan sözler sarf ettik ama o da olsun artık. Hakkımdır diye düşünüyorum.
Neyse gel zaman git zaman o meşhur dost meclislerinden birine girerken bir de ne
göreyim? Uzaktan göz göze geldiğim bir bey. Hani bazen tanımadığın birini görürsen de
yıllarca tanıyormuş hissine kapılırsın ya öyle bir şey işte. Zaman durdu adeta. Pişt, diye bir
ses duyuyorum. Eros bu! Aşk okunu fırlatıyor tam alnımın ortasına. Bir an pembe bulutlar
sarıyor etrafı. Gözlerimde minik minik kalpler, midemde kelebekler, bir çocuğun lunapark
sevinci… Bulundukları masaya doğru gidiyorum ama gittikçe yol mu uzuyor yoksa bana mı
öyle geliyor anlamıyorum. Ayaklarım çarpık basmıyordur inşallah. Kollarımı koyacak yer bulamıyorum. Hep mi böyle bağımsızlardı? Off ya olmaktan korktuğum yerdeyim.
Bakmayayım bari o tarafa. Doğal davranmalıyım. Adımı sorsa ‘’Evet,evet,evet!’’ diye
bağırmam inşallah. Bu patlama hormonlardan mı aşktan mı bilmem. Tek bildiğim insanın
kimyasını bir hayli bozduğu. Neyse bozulan kimya olsun. Kalp, psikoloji, ruh sağlığı ve uyku
yerinde dursun da gerisini hallederim.
Uzun lafın kısası tek başına büsbütün armut olmak isteyen gruptan değil de baya baya
bir elmanın yarısı olmak isteyen, efendime söyleyeyim bir fidanın güller açan dalı olmak
isteyen, bir dalda iki kirazdan biri olmak isteyen, bu dünyaya dair umutlarımı yeşerten belki
de bu dünyadan olmayan biri. Belki de bir uzaylı (?) Aman uzaylı muzaylı, dünyalılardan ne
gördüm sanki? Evrenin bana bu kadar kısa sürede geçtiği en güzel kıyak, seni sana bile âşık
eden çoğaltan bir şey bu. Elma ise elma, kiraz ise kiraz. Öyle net, öyle kendinden emin. O
meşhur ‘’Ee biz şimdi neyiz? ’cümlesini sormaya bile gerek duymuyorsun sen düşün artık.
Sanki ömrüm boyunca kaybolan Puzzle’ımın tek parçasını aramışım da o da ‘’Şşş sakin ol
şampiyon, o iş ben de.’’ demiş gibi. Şimdi o tamamladığımız Puzzle’a bakıyoruz birlikte. Bu
yirmi üç görünümlü yirmi dokuz yaşımda ikinci baharım olur mu bilmem ama hayatımın yeni
baharı olduğu kesin.